Beş yaşlarımdayken babaannem sarsarak uyandırdığında hala hıçkırıyordum, “ben o öğretmene gitmiyceeem” diyerek sabaha kadar uyuyamamıştım. Ne hikmettir anlayamadan, gitmek istemediğim öğretmenimin öğrencisi olarak ilkokuldan mezun olmuştum.
Hayatımda çok izler bırakan öğretmenim bembeyaz saçlı, ince sesli minyon yapılıydı. Bulgaristan göçmeni olan öğretmenim her zaman temiz ve ütülü giyinir traşına ve kişisel bakımına önem verirdi. Kolonya mı parfüm mü bilemediğim, temizliği ve özeni hissettiren kokusunu şu satırları yazarken bile hatırladım.
Bizim arka sokağımızda oturuyorlardı, asabi bir tipi vardı, ya da bana öyle geliyordu. Sokağımızda bulunan gazeteciden düzenli olarak gazetesini almaya geldiğinde, korkumuzdan mı saygımızdan mı bilemediğimiz şekilde saklanırdık. O zamanlar saygı ve hürmet hayatımızın olmazsa olmazıydı. Hastane koridorunda karşılaştığımız doktorların geçmesi için kenarda beklemeyi annem öğretmişti. Hayatı uygulayarak öğrenenlerdik.
İlkokul yıllarımın unutulmazlarından biri de okul görevlisinin getirdiği plastik bir kovanın içindeki un ve sıvı yağı numara sırasına göre evlerimize götürmemizdi. Bize sıra geldiğinde ertesi gün annem, sıcacık peynirli poğaçalarla getirirdi o plastik kovayı. Bazı arkadaşlarımızın evinden de kek, poğaça ya da üzerine şeker serpilmiş kurabiye olarak gelen plastik kovayla mutlu olur, afiyetle yerdik. Sıranın kendilerine gelmesini istemediğimiz arkadaşların evinde özensizce hazırlanan hamurları ayıp olmasın diye zoraki yediğimiz de olmuştur. Beslenme saatinde annelerimizin yaptığı poğaça ve kekleri okul görevlisinin hazırlayıp getirdiği süt tozundan yapılan sütlerle beraber yerdik.
Yüzünde irice bir beni olan okul görevlisi bizden sonra gideceği sınıfları da bildiğinden olsa gerek, çok aceleyle sıcak süt servisi yapardı. Yüzü hiç gülmeyen görevliden azar işitmemek için düzgünce sıraya girer, işini kolaylaştırırdık.
Her sabah ilk ders başlangıcında yaklaşık on beş dakika süren günlük haberler saatimiz olurdu. Etrafımızda gelişen olayları anlatır, öğretmenimiz ve arkadaşlarla günlük olayların yorumunu yapardık. Böylece toplum içinde konuşmayı öğrenir, öz güvenimiz gelişirdi. Tüm derslerin temellerinin atıldığı ilkokul öğrenimimizin yanında, fiziksel ve ruhsal olarak da hayata hazırlanırdık.
Şimdilerde rahmetle andığım öğretmenimin çok düzgün lisanı olmakla beraber, “H” harfleri “K” harfini de andırırdı. Bir gün sosyal bilgiler dersindeyken, “ülkemizin barajlarını say bakalım Kadriye” diyerek sıramın yanında bekliyordu, “KİRFANLI” barajıyla başladığımı zannettiğimde yediğim tokadın sebebini anlayamamıştım. “Oku bakalım barajın adını’ diye kitabı uzattığında anladım barajın adının ”HİRFANLI” olduğunu. Öğretmenim telaffuzunu taklit ettiğimi mi sandı da öfkelendi bilemedim ama o barajın adını hiç unutmadım.
Matematik ve Dil Bilgisi uzmanı gibiydi, otoriter ve verdiğini almak isteyen azimli bir öğretmendi. Müzik hariç her dersimize girdiğinden, haftada bir olan müzik dersimizin gelmesini iple çekerdik.
Kendine has kıvır kıvır saçları olan iri yarı cüsseli kalın dudaklı olan müzik hocamızın elinde mandolinle gelmesini beklerken bağıra çağıra şarkılar ve marşlar söylerdik. Bir bakardık ki sınıf öğretmenimiz gelmiş yine, “Çocuklar, müzik öğretmeninizden izin aldım, çıkarın matematik defterlerinizi” demez mi?! Yaşadığımız hayal kırıklığını size bırakıyorum.
İlk iki sene öğretmen korkumdan derslerle aram iyi değildi. Üçüncü sınıfta okul ve öğretmen fobimi aşmış olacağım ki, başarım artmıştı, “sende gözüm var, sen okuyacaksın” derdi. Şimdilerde anlıyorum ki, çocuklarımın başarılarında bile çok büyük rolü vardı rahmetle andığım öğretmenimin.
Öyle harika arkadaşlarım vardı ki anlatamam. Mesela Hafize, iri kıyım uzun saçları iki yanında örgülüydü. Babası Almanya’da çalıştığından en güzel boya kalemleri, okul gereçleri Hafize’de olurdu. Piyasaya yeni çıkan o ispirtolu kalemler, çeşidi bana göre çok olan sulu boyalar bende olsaydı daha güzel resim çizebileceğimi zannederdim. Hiçbir zaman güzel resim çizemediğimi, kabiliyetimin olmadığını da biliyorum.
Hafize bir gün kolunda saatle geldi, biraz erkek saatini andıran irice yuvarlak, siyah deriden kayışı olan türden. Yine matematik dersinde sıkılmışız, belli ki zor problemler var, karşı sıramda oturan arkadaşıma teneffüse kaç dakika var diye usulca sormuştum. İki elinin parmakları açık bir şekilde 10 diye işaret ettiğinde öğretmene yakalandı. Panikle “vallahi Kadriye sordu öğretmenim” dedi tabi.
Güzelce dayağımı yedikten sonra sınıftan atmasaydı iyiydi. Koridorda zil çalmasını beklerken harita odasına gelenlerin bakışları “naaptın da dersten atıldın kız” der gibiydi. “Hay sormaz olsaydım o saati de şu mahcubiyeti yaşamasaydım” diyerek beklerken zaman geçmek bilmemişti.
Bu satırları okuyacak olan yaşıtlarımın hatırlayacakları başka bir güzellikten bahsetmeden geçemeyeceğim. Defter kenarlarını süslemeyen yoktur eminim. Hemen hemen tüm defterlerimizin satır başlarını belirleyen kırmızı düz çizgisinin sol tarafı günümüzün vitray ustalarının yaptıkları gibi, birbirini tamamlayan tonlardaki renkli kalemlerle harika süslenirdi. O süslenmiş sayfalarda çözülen problemler bile daha kolaydı sanki.
Son sınıfa geçtiğimizde sınıfımıza yeni bir arkadaş gelmişti. Bembeyaz tenli, güneşten dudakları patlayan kilolu bir arkadaştı. Derslerdeki başarısı da oldukça düşüktü. Özellikle de matematiği kötü olmasına rağmen, ne hikmetse öğretmen gelir gelmez, “öğretmeniiiimm poroblem çözelim miiiii” demez mi? Belki de Türkçe dersi yapıp kitap okuyacakken niye problem bile diyemezken öğretmenin aklına matematik dersini getiriyorsun dercesine bakışlarımızla kızardık.
Problem çözemeyen birinin neden bu hususta ısrarcı olduğunu anlayamadan da ilkokuldan mezun olmuştuk.
İlkokuldan mezun olduktan sonra o mahalleden taşınmıştık. Aynı öğretmenden mezun olan arkadaşlarımla karşılaşma fırsatımız da olmadı. Çok güzel temeller atarak hayata hazırlayan öğretmenimin gurur duyacağı kişiler olduklarına inanıyorum.
Rüyamda gördüğüm ve beş yıl talebesi olduğum öğretmenimi rahmetle anıyorum.
Eğitim hayatımın tüm safhasındaki öğretmenlerimi de saygı ve minnetle selamlıyorum.
Kadriye Başkaya Kurtuluş