Çocukluğumda izlediğim Türk filmleriyle başlamıştı İstanbul sevdam. Hiç bilmediğim, yalnızca sinemelardan aşina olduğum bambaşka bir alemdi sanki burası.
Cadillac arabaların şu an bize inanılmaz gelen bomboş İstanbul caddelerinden geçerek geldikleri köşkler, görücü geleceği için komşudan kahve fincanlarının alındığı samimi dostlukların olduğu mahalleler... Eminönü sahili ve vapurlar, seyyar satıcılar, tüm ihtişamıyla göz kamaştıran Topkapı sarayı ve Sultanahmet Camii şu anda ilk aklıma geliverenler. Ağaçların arasında koşturan aşıkların arka planındaki şahane boğaz manzarası Çamlıca tepesine aitmiş örneğin.
Peygamberimizin övgüsüne mazhar olan bu kadim şehri anlatmaya benim kalemimin kudreti yetmez. Bu hususta aczimi de haddimi de bilirim.
Ama benim İstanbul sevdam biraz farklıydı, kendi kabından coşarcasına taşan sevdayı tattım, yaşadım.
Yahya Kemal’in dizelerindeki o tepe hangisiydi bilemem ama “ömrüm oldukça, gönül tahtına keyfince” kurulacağına da eminim.
Kader kalemi günü geldiğinde bir İstanbul delikanlısıyla tanıştırdı. O zamanların tek iletişim aracı olan mektuplar beş sene gelip gitmişti İstanbul ve Eskişehir arasında. O bembeyaz zarfların alt köşesine yazdığım İstanbul kelimesindeki harflerinin noktasını bile sevmiştim.
Geçen beş senenin sonunda Boğaz’ın en güzel semtlerinden olan Beykoz, ormanları, denizi ve Yuşa tepesiyle ruhuma, bedenime hoş geldin demişti.
Rivayete göre Beykoz merkezdeki Onçeşmelerden su içenler İstanbul sevdalısı olurmuş, bende de etkisini gösterdiğinden eminim. Derya misali olan İstanbul sevdasında bir damla hükmünde kalan Beykoz muhabbetim dökülecek şu satırlara. O damla düştüğü deryada halka halka genişleyerek her yeri kaplıyor adeta.
Alternatifi olmayan o Beykoz – Üsküdar yolunun büyülü atmosferindeyim. Otobüse ilk duraktan binmiş olmanın rahatlığıyla yekpare olan pencereli koltuk tercihim oluyor. Yaklaşık bir saat sürecek yolculuğumun seyir sefasında göreceğim güzellikler kesintisiz olacak gibi.
Orman ve denizin iç içe olduğu Beykoz’dan Üsküdar’a giderken bindiğim 15 numaralı otobüste cam kenarı koltuğa oturmaya gayret ediyorum. Az sonra denizi göreceğim Yalıköy’de Ahmet Mithat Efendi yalısıyla başlıyor seyir sefam. Devamında yan yana sıralanmış, lodos fırtınalarına hep meydan okumuş ahşap konaklar...
Beykoz’un dar ve kıvrımlı yollarında usulca hareket eden otobüsün müsaade ettiği kadar izliyor, başka güzelliklere doğru yol alıyorum.
Beykoz vapur iskelesi ve kardeşi konumunda olan Yeniköy motor iskelesi sakince yolcularını beklerken, meydandaki güvercinler de bu manzarayı tamamlıyorlar.
Biraz sonra da doktor Şevki Bey’in yalısının değişen perdelerini fark ediyorum, göze daha hoş görünüyor, eski perdeler bu yalıya yakışmıyordu diyorum bana neyse?
Yolun devamında hastane durağındaki kalabalık göze çarpıyor. Kiminin işleri rast gitmiş, kimi de endişeli bir yüz ifadesiyle biniyorlar otobüse.
Çubuklu sahilinde ise yaz kış demeden balık tutanlar yerlerini almış, kısmeti bol olanların kovaları dolmuş bile. Yanında küçük çocuğu olan balıkçıların daha çok balık tutabilmelerini ümit ederek ilerlerken Kanlıca’nın asaletiyle buluşuyor gözlerim.
“Aaaa! Bu yalının bahçesindeki manolya ağacı erken açmış, Kanlıca yoğurdu yemeye gelenlerin kalabalığı kafe sahiplerini memnun etmiştir” derken, Körfez’in dönemecindeki tümsek aynadan Üsküdar otobüsünün usulca geçişini izliyorum.
“Hmm, tüm filmlerini ezbere bildiğim o aktris bu yalıda oturuyordu, tam üzerindeki köprüyü izlemekten usanmış mıdır acaba?”
Anadoluhisarı’nda önünden geçtiğimiz kafeler ve balık lokantalarının hepsini tıklım tıklım görüp memnun oluyorum, empati gücüm her zaman yanımda!
Hisardaki köprünün sol tarafında hizalanan teknelerin arasından Müzeyyen Senar’ın gülkurusu rengindeki “Malikane” isimli teknesini arıyor gözlerim. Beykoz açıklarında, sandalımızda maaile balık tutarken teknesinde güneşlenen Müzeyyen Senar ile selamlaşmalarımız da olmuştur. Sesine ve yorumlarına hayran olduğumuz sanatçıyla yine Beykoz sevdasında karşılaştık.
Kandilli kız lisesiyle selamlaşmadan önce sahil boyunca kısmetini arayan oltacılarla bir kez daha karşılaşıyoruz. Hafta sonunda gençlerin boy gösterdiği sahilde hafta ortasında emekliler göze çarpıyor.
İşte Çengelköy’ün bakımlı yalıları... Suda süzülerek ilerleyen kuğu gibi kendinden eminler. Yalı sahiplerini de tebrik etmek lazım diyorum. Bu yalıları her daim bakımlı tutabilmek kolay iş olmasa gerek.
Yalıların arasına sıkışan küçük bir manavda yuvarlak tezgahlara itinayla dizilen Çengelköy bademleri bile görsel şölene katkıda bulunuyor.
Kuzguncuk’a yaklaştığımda Üryanizade Efendi Camiinin detaylarını hayranlıkla izliyorum. Kapısı denize açılan bu cami ve minaresi adeta ruhlara dokunuyor da sadece dışarıdan izlemekle kaldığım için hayıflanıyorum.
Nihayetinde Üsküdar Meydanı’na vardığımda Mihrimah Sultan ve Valide Sultan camilerinde karşılıklı okunan ezanların ulviyetiyle karşılanıyorum.
Telaşla vapura yetişmeye çalışanların arasına katılıp, kalkmak üzere olan Eminönü vapuruna yetişmiş olmanın gizli mutluluğuyla -mümkünse-cam kenarındaki koltuğa yerleşiyorum.
Eminönü faslı, kalemimi sayfalarca kağıtla buluşturacağından “başka bir zamana dek beklemeli” diyorum.
Beykoz’a dönüş yolumda da geldiğim koltuğa oturmaya gayret ediyorum. Gelirken izlediğim denizi ve yalıları hafızamdaki yerlerinde bırakıp dönüş yollarında, yeşilin tonlarıyla bezenmiş parklar ve korularla hemhal oluyorum.
Fethi Paşa Korusu hele de erguvanların çiçek açtığı dönemde efsane güzelliğe bürünmüş.
Yasemenler, filbahriler, hanımelleri de kokularıyla bu eşsiz güzelliğe mühür basıyorlar. Her bir dalına, yaprağına ve çiçeğine ayrı ayrı sarılıp teşekkür edivermek hissine kapılıyorum.
Kuzguncuk durağında gözüme ilk çarpan sarı renkli yüksek duvarlarıyla dünyadan soyutlanmış izlenimi veren kilise oluyor. Daha önce bu kilisenin kocaman çift kanatlı ahşap kapısından girip çıkan kimseyi görmediğimi farkediyorum.
Kanlıca’dan geçerken de uzaktan görünen Hidiv Kasrı tüm ihtişamını hissettiriyor.
Beykoz’a yaklaşırken Abraham Paşa Korusunun ulu ağaçlarını mesken edinen bir sincap takılıyor gözüme.
Beykoz Çayır’nı gördüğümde o keyifli yolculuğumla beraber, tüm yorgunluğum bitmiş, ruhen ve bedenen dinlenmiş olarak hayata kaldığım yerden devam etmek üzere dönüyorum evime.
“Bu şehr-i Sitanbul ki bi misl-ü behadır
Bir sengine yekpare Acem mülkü fedadır” (Nedim)
Kadriye Başkaya Kurtuluş
11 Aralık 2024
❤️