Merhabalar efendim,
Çoğumuzun yaşadığı ancak artık hafızalarımızda kalan keyifli anılarımızın üzerindeki örtüyü aralamak istiyorum. Tebessüm ederek yazdıklarımı tebessüm ederek okuyacağınızı ümit ediyorum.
Çocukluğumdaki sünnet düğünlerine davet ediyorum sizi, zaman ayırıp okursanız eyvallah derim.
Okulların kapanmasıyla başlardı sünnet düğünü davetiye dağıtımları. Beyaz kağıtların üzerinde süslü sünnet arabalarının üzerine oturtulmuş, üzerinde boydan boya maşallah kurdelesi bulunan sünnet çocuğu resmi bulunurdu. Sizlere çok ilginç gelebilir, davetiyede dedeler ve ninelerin adı yazardı.
Günler öncesinde imece misali sünnet yatağı süslenirdi. Kral yatağı gibi cibinlikli, duvar halısının süslediği karyolanın etrafını da renkli ışıklarla yanıp sönen yıldızlar sarardı. Yeni gelinler çeyizlerinden getirdikleri oyalı yazmalarla harika hayvan figürleri yaparlar, itina ile cibinliğe monte ederlerdi. Düğün sahibinin ekonomik durumuyla orantılı olarak, yakın akraba ve komşulara aynı model ve renkte kıyafetler alınır kuaföre götürülürlerdi. Bu ayrıntılar düğün sahibinin şanındandı.
Sokak düğünü olacağından bir gün öncesinden aşçının kazanları ve diğer malzemeler bizim avluya taşınırdı. Aynı gün masa ve sandalyeler de bizim bahçemize yerleştirilirdi. Kamyon garajı olarak kullandığımız bahçemiz birkaç günlüğüne farklı bir evrene ev sahipliği yapardı. (Şehriye çorbasına maydanoz konduğunu ve bu kadar seveceğimi de bu sünnet yemeklerinden öğrenmiştim, zira annem maydanoz kullanmazdı.)
Nihayet sabırsızlıkla beklediğimiz çalgıcılar geldiğinde daha çok koştururduk etraflarında.
Hanımlara ayrı, erkeklere ayrı çalgıcılar gelirdi. Orta yaşlarda iri yarı cüsseli, konuşup güldüğünde gözüken gümüş dişleri olan kadın cümbüş çantasıyla, yetişkin kızlarının birinde darbuka, diğerinde ise zilli maşa ile gelir, hem çalar hem de söyler, hanımları coştururlardı. Bağıra çağıra bir “Konyalı”, “kuru fasulye” söylerlerdi ki evlere şenlik. Mahallenin delikanlıları da çalgıcı kızlara uzaktan kaş göz hareketi yaparlar, şeker-fıstık atarlar bir nevi flört ederlerdi. İpin ucunu kaçırırlarsa da anne cümbüşü bırakır biraz küfürlü lisanla delikanlılara kızar, kaldığı yerden çalmaya devam ederdi. Arada çay sigara molası da olurdu, büyük ihtimalle annenin şalvar cebindeki bahşişlerden konuşurlardı.
Öyle nota-solfej falan da hak getire, aynı tempoda tellere dokunur, çıkan sese darbuka ve zilli maşa eşlik ederdi. Detone olmak, akort etmek neymiş bilen de yoktu zaten. Anadolu insanının tek eğlencesi düğünler ve bayramlardı. Eleştirmek için alt yapı da yoktu, herkes birbirini görmenin mutluluğundaydı.
Düğüne gelen misafirlere öncelikle yemekler yedirilir, sonra düğün alanındaki yakınlarının yanlarına oturtulmaya özen gösterilirdi. Gelen misafirler de gördükleri ilgiden memnun olarak hediyelerini verirlerdi. Bu hediye de genellikle adlarının yazılı olduğu davetiye zarflarının içinde olurdu.
Erkeklerin çalgıcıları anlatmakla bitmez kabilinden. Çalgıcıbaşı olan klarnetçi uzunca bir deri çantadan çıkardığı klarnet parçalarını itina ile monte ettikten sonra bir kaç defa hafiften öksürüp, dudaklarını toplayıp büzer, farklı şekillerde hareket ettirirdi. Usulca ses denemelerinden sonra kaş/göz hareketleriyle komut verir, darbukacı ve kemancıları yönlendirirdi.
Eskişehir de ÇİFTETELLİ ve ZEYBEK oyunları meşhurdur. Efeler karşılıklı olarak şov yaparlardı. Başlarda olması gerektiği gibi çalan çalgıcılar, ilerleyen saatlerde masa altına zulalanmış içkilerin tesiriyle nasıl coşar ve coştururlardı anlatamam.
Sünnet çocuğunun haricinde herkes mutlu, kimi çoktandır göremediği akrabalarıyla sohbette, kimi ortama uymuş yorulana kadar oynardı. Geçen senelerde sünnet olan çocukların abartmalarıyla daha da strese giren sünnet çocuğunun memnuniyetsiz yüz ifadesiyle gece biterdi.
Beklenen gün nihayet gelir, heyecan doruğa çıkardı. Sünnet çocuğunun bineceği at tüm ihtişamıyla önde, ardında ise sonu gözükmeyen fayton konvoyu…
Doru bir atı yularından tutup getiren sahibi nasıl da havalı havalı giriyor sokağa görmelisiniz. Atın üzerinde duvar halısı, yularında renkli boncuk dizileri ve kırmızı ponponlar, ayrıca düğün sahibinin tüm konvoya bağladığı havluların en büyük ve güzel olanı atın süslerine ilave edilirdi.
Sahil kasabalarında yaşayanlar ve İstanbul Adalar’da yaşayanların çok iyi bildiklerine inandığım faytonlara binmek çocukluğumun sevdasıydı…
Atları kadar kendileri de süslü faytonların koltuk döşemeleri harikaydı. Kırmızı ya da yeşil renkli koltukların aynı renkte düğme baskıları vardı. Yarısı açık olan kapılar da döşemelerin renginde saçaklı perdelerle süslenmişti.
İlk fayton çalgıcılara ayrılır, sonrakilere önem sırasına göre küçük çocuklu akrabalar binerdi. Mahallenin çocuklarına ayrılan son faytonlara bindin bindin, yoksa arkalarından yutkunarak bakakalırdın.
Yaklaşık bir saat süren fayton sefasında parke taşlardaki at nallarının tıkırtısı bile güzeldi. Eve yaklaştıkça artan tezahüratlar ise acımasızdı. Şimdilerde akran zorbalığı denilen eylemi düşüncesizce tekrarlardık.
“5 dakika kaldı sünnetçi de geldiiiiiiiiii….”
Konvoy evin önüne geldiğinde sünnet çocuğu attan indirilmeden takı merasimi başlardı. Davetiyede adı yazan dede ve nineler saat gibi takılarla başlardı. O zamanlar da saat ulaşılması zor hediyelerdendi. Takısını takan herkes hatıra fotoğrafı çektirirdi. Özel fotoğrafçılar bu sayede kazanıyorlardı.
Takıların hiç biri umurunda olmayacak kadar stresli sünnet çocuğu, rengi hafiften sararmış, omuzlarda taşınarak sünnetçiyle baş başa kalırdı. O esnada yüksek sesle okunan Mevlit ve getirilen Salavatlar eşlik ederdi sünnet merasimine.
Yarım saat sonra elektrikli pervanenin serinlettiği sünnet odasına geçmiş olsun dileklerimizle girerdik. Arkadaşımızın az öncekikorkusu geçmiş, toplanan paralarını sayarak sünnet şapkasına yerleştirdiğini görüp sevincine ortak olurduk.
Mevlitten sonra pilav ayran faslı devam ederken, çalgıcılar giderek azalan coşkuyla biraz daha çalar ve sünnet düğününü bitirirlerdi.
Bizlere de iki günlük heyecan, coşku ve fayton sefasının günlerce kritiğini yapmak kalırdı.
Aynı heyecan ve sevinci yaşayanları o günlere götürebildiysem ne mutlu bana. Amacım yeni nesle de yaşadığımız o güzel günleri aktarabilmek. Çocuk ruhunun her yaşta ve dönemde aynı heyecanları ve muziplikleri yaşadığını anlatabilmek…
Her yaşta çocuk ruhunu canlı tutabilenlere en derin sevgilerimle...
Kadriye Başkaya Kurtuluş